29 Ekim 2012 Pazartesi

Su Gibi


Herkese merhaba. Bugün sizlerle çok hoşuma giden bir yazıyı paylaşmak istedim. Yazının sahibi gönül ehli bir yazar. Çok sevgili Muammer Erkul. Su Gibi olmamız temennisiyle...


Su gibi*

Şimdi sen “su” olduğunu düşün. Su kadar özel, su kadar faydalı ve su kadar çok,  tükenmez...

İnanıyorum ki gerçekten de öylesin.
Ama ister çeşmelerden dökül, ister göklerden yağ, ister nehirler dolusu ak; dibi  olmayan bir kovayı dolduramazsın.
Yani seni dinlemeyenlere sesini duyuramazsın...

Unutma;
Daha çok bağırdığında daha çok dinlenmezsin...
Gürültünün parçası olursun sadece!..

Suyun yanında olanlar suyu en az içenlerdir. Çünkü; “su nasılsa burda, lüzum  yok ki suyu kana kana içmeye” diye düşünürler...
Aynen, sesini sürekli duyanların seni dinlemedikleri gibi!

Ormandaki hiç bir hayvan, ırmağın gürültüler koparan yerinden su içmeye  çalışmadı şimdiye kadar. Hepsi, hep sabahın en sakin anını bekledi; suyun  durgun yerlerini bulabilmek için.
Gittiler ve sakin sakin ihtiyaçlarını giderdiler;
Onlar için en uygun olan, kendi istedikleri zamanda...
Sen, hep bir su olduğunu düşün.
Su gibi güzel, su gibi yararlı, su gibi vazgeçilmez...
Ve su gibi hayat kaynağı olduğunu düşün.
Ama su gibi yaşatıcı ol;
Su gibi yıkıcı, sürükleyici ve öldürücü değil!..
Sen bir su ol...
Ama rahmet ol;
Afet değil!
Su isen tarlalarını basma insanların, yuvalarını yıkma, ocaklarını söndürme;
Sana “felaket” denmesin!
Su isen bir bardağa sığabil ki;
Damarlara giresin!..
Su; Yüce Mevla’nın insanlar için yarattığı en büyük nimetlerden biri... Unutma;
Ve suya benzediğini unutma.
Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi faydalı, su gibi lüzumlu ve su gibi  bitmez-tükenmez olduğunu da unutma.
Ayrıca su gibi sakin olabileceğin gibi, su gibi de “kıyametler” koparıcı  olabileceğini unutma...
Unutma;
Senin işin rahmet olmak, afet değil!
Vadiler varken önünde ve ovalar varken, yayılabileceğin;
Küçük ırmaklara ayırabiliyorsan kendini ve bardaklara bölebiliyorsan, hayat  verirsin çevrene.
Ve yaşayabilirsin dünya dönmesine devam ettiği müddetçe.
Yoksa hep duyulmayan, dinlenmeyen; korkulan ve kaçılan olursun seller, afetler  gibi.
Tercih elindeydi hep ve hep de “senin” ellerinde olacak...
Ya tutmayı öğreneceksin dilini; veya hiç durmadan konuştuğun için, sadece  bomboş ve anlamsız sesler çıkartan birisi olduğunu zannettireceksin çevrendeki  insanlara!
Ama yapman gereken şu, değil mi;
Düşüneceksin ne zaman ne söyleyeceğini. Düşüneceksin kimin dinleyip  dinlemediğini, kimin anlayıp anlamadığını. Düşüneceksin anlatmak istediklerinin  ne kadarını anlatabildiğini... Hatta anlayanların anladıklarının da senin  anlattıklarının ne kadarı olduğunu düşüneceksin...
Ve konuşmak için en uygun zamanı bekleyecek, en az ama an uygun kelimeleri  seçmeye çalışacaksın...
Ahmak olmayan yolcuların, önceden aldıkarı biletleri ceplerinde olduğu halde,  saatlerini kontrol ederek, vakit yaklaştığında, vapurun kalkacağı iskelede hazır  olmaları gibi, sen de fikrini bindireceğin kişinin “kıyıya yanaşmasını”  bekleyeceksin!..
Demeyeceksin; “Ben canım isteyince giderim iskeleye, vapur da o saniyede  gelmek zorunda!..”
Demeyeceksin; “Ben aklıma geleni aklıma geldiği biçimde söylerim. Karşımdaki  de değil duymak, değil dinlemek, anlattığımdan bile fazlasını anlamak zorunda!..”
Keşke öyle olsaydı.
Keşke haklı olsaydın, ama maalesef değil...
Ağzını açıp “Şelaleden dökülen suyu” içmeye çalışan bir tavşan gördün mü hiç?..
Veya önüne çıkan ağaçları dahi sürükleyen bir selden susuzluk gidermeye  uğraşan bir ceylan gördün mü?
Kaplanlar bile içebilmek için suyun durulmasını bekler;
Beyni olan her yaratık gibi!
Hadi... Sen şimdi “su olduğunu” düşün, ve kendini “su gibi” hisset...
Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi berrak, su gibi yararlı... Su gibi hayat kaynağı  ve su gibi bitmez-tükenmez olduğunu hatırla...
Ama yine su gibi “bir küçük bardağın içine” sığdır ki kendini;
Girebilmeyi öğren insanların damarlarına.
Hayat ver...
Vazgeçilmez ol! 
Muammer Erkul

*Yazının orjinalini www.muammererkul.com sitesinden okuyabilirsiniz.

26 Ekim 2012 Cuma

İz Bırakanlar-Ahmet Mekki Efendi



Bu İz Bırakanlar serimizin ilk yazısında sizlere son devrin alimlerinden Seyyid Ahmed Mekki efendi hazretlerini tanıtmaya çalışacaz inşallah.Bundan yaklaşık 1 sene önce kabrini ziyaret etmek de nasib olmuştu.Mübarek kabirleri Ankara Bağlum da mübarek babaları Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretlerinin yanı başında.Ankara'ya yolunuz düşerse Bağlum'da bu mübarek zâtları ziyaret etmenizi tavsiye ederiz.Dualarınızı istirham ederiz efendim.
12 Mayıs 2004 Çarşamba İrfan Özfatura-Ahmet Sırrı Arvas(Türkiye Gazetesi)

Abdüllatif(Uyan) Ağabey, Mekki Efendinin yanında çalışma bahtiyarlığına erişen az sayıda nasipliden biri. Sağolsun köşesinde defalarca yazmasına rağmen bizi kırmıyor, oturup o mübarek ile yaşadıklarını anlatıyor: 
60’lı yıllar, hem okuyor, hem vergi dairesinde çalışıyorum. Bütün gün algı-vergi meseleleri, öfkeli mükellefler, cerbezeli muhasebeciler, sigara dumanı, evrak, zarf, dosya, mühür, dekontlar, paraflar, imzalar... Kullanmasını pek de beceremediğim kollu Facıt, tuşlar, rakamlar, hata affetmeyen hesaplar... Para, para, para, kirli banknotlar... Tutuk ve mahçup bir Anadolu çocuğu olduğum için bocalıyorum. Zaten sağım kadın, solum kadın. Odada taife-i nisa hakimiyeti olduğu için onlar rahat rahat yayılıyor, birer “Gelincik” ya da “Bahar” telliyor, dantelden, fincandan konuşuyorlar. Kilo problemleri, oje, krem tavsiyeleri, kahve falları, indirimler, ucuzluklar filan... Yapayalnızım, nasıl sıkılıyorum anlatamam. 

Yürü! Kadıköy’e!.. 
Bir gün Müdür Bey yanına çağırıyor, düğme ilikleyip kapıyı tıklatıyorum. İçerden kuru bir “Gir!” sesi geliyor. Giriyorum, sözü döndürüp dolaştırmadan “Kadıköy Müftülüğünde açık, bizde de eleman fazlası varmış. Bir adam istiyorlar” diyor, “seni düşündüm ne dersin?” 
Sanki “hayır” deme gibi bir şansım var, sağolsun kibarlık ediyor. Ne diyeyim, boynumu büküyor “nasıl emrederseniz” diye mırıldanıyorum. Valla adam doğrusunu yapıyor, diğerleri benden hızlı ve tecrübeli. Hem kör değil ya uyum gösteremediğimi pekala farkediyor. 
O pazartesi yeni işime başlıyorum. Müftü Efendi, Ahmed Mekki Üçışık adında tatlı dilli güleryüzlü bir Vanlı. Adını duymuşluğum var ama yakından tanıyınca içim açılıyor, nasıl ferahlıyorum anlatamam. Vazifem katiplik, bana masamı daktilomu gösteriyor, çay söylüyor, simit getirtiyor. Derken Mekkî Efendinin talebeleri geliyorlar. Ali Sezer, İbrahim Boğalı ve Kemâleddin Bey... Arabça bir kitap açıyor ve derse başlıyorlar. Kendini dindar sanan ben bir şey bilmediğimi ve bir hiç olduğumu anlıyorum. Kendi kendime “Allah Allah, nereye geldim böyle” diyorum. Mekkî Efendi konuştukça kalbimin yıkandığını, arındığını hissediyorum. Bir ara bana dönüyor, “Nasıl? Burayı beğendin mi” diye soruyor. Memnuniyetimi ifade edecek kelime bulamıyorum, “ahireti bilmem ama dünya cenneti böyle bir yer olmalı” diyorum. 

Hürmette kusur etme! 
Mekki Efendiyi yakinen tanıyanlar beni kenara çekiyor ve “O, hem Seyyid Abdülhakîm Arvâsî gibi bir velinin oğlu, hem de anne tarafından Seyyid Fehîm hazretlerinin torunudur. Böylesi büyük iki insan evladını nasıl yetiştirirlerse Mekki Efendi’yi de öyle yetiştirdiler. Onun mütevazı tavrı seni şaşırtmasın, mübarek hem babasından, hem de amcasından (Seyyid Tâhâ Efendiden) çok şey aldı” diyorlar. Yani usulünce “ayağını denk al, karşında hem zahiri ilimlerde icâzetli, hem de büyüklerin teveccühüne mazhar olmuş bir veli var” demeye getiriyorlar. Lâkin Mekki Efendi sıradan insanlar gibi davranıyor. Nasıl diyeceksiniz. Mesela gün boyu sağda solda dolanıyor, iskemleler üzerine ilişiyor, müftülük makamına asla oturmuyor. Soracağımı hissedince “bu koltuğu Zekeriyya Efendi gibi bir âlim şereflendirdi” diyor, “gayri bizim oturmamız uygun olmaz.” Artık onun da en az Zekeriyya Efendi kadar büyük bir âlim olduğunu biliyorum ama o öyle mütevazı ki kendini ulemadan saymıyor. 
Bazen soru sormaya gelenler oluyor, onu kıyıda köşede görünce “Hey amca, Müftü Efendi yok mu” diye soruyorlar. Mübarek onlara yer gösteriyor, çay söylüyor, “bir sorunuz varsa cevaplamaya çalışalım evladım” diyor. 
Namâzı mutlaka cemaatle kılıyoruz, lâkin imamlıktan ısrarla kaçıyor, daima beni ileri sürüyor. Birkaç defa imamete geçmelerini rica ediyorum. Gözlerini iri iri açıp “Ne ben mi?” buyuruyor, “asla, gök kubbe başıma yıkılır sonra!..” 

Mesai mi? O da ne? 
Mesai bitiyor ama hizmet bitmiyor, beni peşine takıyor, cami cami dolanıyoruz. Bazı imam ve müezzinler haberli olmak ve hazırlanmak istiyorlar ama o kendisi için külfete girilmesinden hoşlanmıyor. Onu bilenler biliyor. Mesela Ali Sezer Hoca, Mekki Efendiyi gördü mü ne imâmete geçiyor, ne hutbeye çıkıyor. Bu işleri müezzinlere bırakıyor, kendi boynunu büküp kapı önüne çekiliyor. Elpençe divan duruyor, sadece sorulanlara cevap veriyor. 
Bir sabah henüz besmele çekmiş işe başlamışız. İri yarı, kasketli bir bitirim bitiyor, Mekkî Efendiye, “Müftü baba” diyor, “çalışmak için taa Kars’tan gelmişim, kimse bize iş vermiyor, memleketime döneceğim, ama param yok.” Adam profesyonel, iki de bir camdan bakıyor, “aha araba da çalıştı, kaçırmasak bari “ (o günlerde Anadolu otobüsleri Kadıköy meydanından kalkıyor) deyip heyecan yapıyor. Doğrusunu isterseniz benim gözüm tutmuyor ama Mekki Efendi bir insanın yalan söyleyebileceğine ihtimal vermiyor ki! 
Büyük bir saflıkla biletin fiyatını soruyor. Adam “kırk lira” diyor. Mekki Efendinin maaşı 350 lira, tutup elli lira çıkarıyor, önüne koyuyor. 
Neyse, o gün de akşam oluyor, birlikte vapura biniyoruz. Ne görsek beğenirsiniz, aynı adam aynı masalı anlatarak yolcular arasında dolanmıyor mu? İki koltuk sonra önümüze düşecek, göz göze geleceğiz. Kimbilir Müftü Efendi bu sahtekâra nasıl kızacak derken kulağıma eğiliyor, “Kalk Abdüllatif dışarı çıkalım” diyor, “bizi görürse utanabilir! Allah kimseyi mahçup etmesin!” 

Müftülüğe ilk geldiğim günlerde dikkatimi çekmişti. Masasının üzerindeki kutuda bozuk para biriktirir, Kur’an-ı kerim okuyan miniklere yaşına göre, 50 kuruş, bir lira, 2.5 lira verirdi. Maaşından kucak dolusu ilmihal kitabı alır, gelene gidene dağıtırdı. 
“Annem ‘Yâ Rabbî, oğluma hayırlı ilim ver’ derdi, duaları kabul oldu. İyi de, mübârek kadın, ‘bir çuval da altın ver’ deseydin ya” der, gülerdi. İyi biliyorum, değil bir, on çuval altını olsa ilim yolunda sarf eder, kendine kuruş ayırmazdı. 
Pirinç pilavını salevatla kaşıklar ve mutlaka karabiber ekerdi. Kara kara taneler yağarken “Dâne-i fülfül siyah, hâl-i mahbûbân siyah. / Her dû dil sûzend amma, an kücâ, in kücâ!” beytini söylerdi. (Karabiber siyahtır, sevgilinin yanağındaki ben de siyahtır. İkisi de yakıcıdır. Ama biri dili yakar, öteki gönlü yakar. O nerdeeee, bu nerde!) 
Onların yetiştiği devirde şiir hayatın içindeymiş, medresede şiir müsabakaları yaparlarmış. Biri bir beyit söyler, karşı taraf, bu beytin son harfiyle başlayan bir başka beyitle karşılık vermeye çalışırmış. Bir beyit bir kere okunur, tekrar eden yanarmış. Öyle olurmuş ki atışma bâzan sabahlara kadar sürer, tadına doyamazlarmış. 
Mekkî Efendi, özel yazılarında, meselâ mektuplarda, imzâsını “Adam kıtlığında Kadıköy Müftüsü” diye atardı. Nitekim bir gün, bana bir mektup yazdırdı. Acele acele söylüyor, zor yetiştiriyordum. Son cümle olarak (Selâm eder, gözlerinden öperim. Adam kıtlığında Kadıköy Müftüsü) deyiverdi. Ben “Adam kıtl...” yazmıştım ki uyandım. “Kadıköy müftüsü” diye yazdım, kapattım.. 

Büyükler affeder 
O sene yıllık iznimi alıp Erzincan’a gittim. Annem babam, hem okuyup hem çalışmama râzı olmadılar. “Yorulur, hasta olursun. Biz sana para göndeririz, işten ayrıl” dediler. Her ne kadar “ama o çok mübârek bir zât. Kendisi hem büyük âlim, hem de seyyiddir, ondan nasıl ayrılayım” dediysem de, dinletemedim. And verdiler, “hakkımızı helal etmeyiz” dediler. Döndüğümde durumu arzettim ama mübarek “ayrılmana rızam yok” diyerek, kabul etmedi. Arada kaldım ama işe de gitmedim. Artık Mekkî Efendiye görünmemeye çalışıyor, okula devam ediyordum. Babam ne yazık ki vaad ettiği parayı gönderemedi, istersen çalış gibilerinden haber yolladı ama iş nerede? Ciddi ciddi geçim sıkıntısı da başladı. Bir gün kapı çalındı, açtım, ne göreyim? Karşıma Mekkî Efendi çıkmasın mı? Eyvaaah, dondum kaldım. Ne yapacağımı, nereye saklanacağımı şaşırdım. Ama, O, hiçbir şey olmamış gibi davrandı. Eskisi gibi şefkat kokan bir üslupla hâlimi hâtırımı sordu. Çok mahçuptum, kırık dökük cevaplamaya çalıştım. Bir ara cebinden bir zarf çıkarıp önüme bıraktı. “Bu ne” gibilerinden sorar gibi yüzüne baktım. Mübarek büyük bir olgunlukla “Bu ayki maaşın” dedi. Meğer istifâmı işleme koymamış, beni izinli göstermiş. 
Yarın müftülüğe gelirken filan yere uğra, şunu al, bunu bırak gibi “iş olsun kabilinden” bir vazife verdi. Korka korka mesaiye geldim, o kadar sevindi, o kadar sevindi ki bütün personeli kebabçıya götürdü bize güzel bir yemek yedirdi. 

Onlar hep sabreder 
Mekkî Efendi, çocuk gibi saf ve temiz kalpli, hem hassas, hem ince ruhlu bir zât idi. Bir gün oğlu Behâeddîn’e ziyârete gideceğiz. (Baha bey, 40 yaşlarında filandı ve bağırsak kanserine yakalanmıştı.) Ona bir şişe zemzem suyu götüreceğiz, sağdan soldan istemiş, zar zor derlemişiz. Müftülükten çıkarken şişeyi bana verdi “iyi muhafaza et, Baha’ya içireceğiz” dedi. Aldım ve pardösümün cebine koydum. Koydum ama, o cebin delik olduğunu unutmuştum. Daha iki adım atmadan şişe “pat” diye önüme düştü ve kırıldı. Güzelim zemzem elden gitti. Mekkî Efendi kendisi kırmış gibi üzüldü, gönlümü almaya çalıştı. 
Mekkî Efendinin oğullarından (Süheyl) Behik Bey, beyin kanserinden, Baha Bey de bağırsak kanserinden vefât ettiler. Baha bey, muhâsebeciydi. Hastalanınca, patronu onun için, Erenköy taraflarında bir ev tuttu. Mekkî Efendi, onun ıstırabına çok üzülür, sık sık ziyâretine giderdi. Ferahlık versin diye Yûsüf sûresini okurdu. Her hoca gibi o da vaâzlarının sonunda “borçlularımıza eda, hastalarımıza şifa” derdi, ama “şifa” derken sesi titrer, neden titrediğini bilen bilirdi. Kendi kendime “eğer Baha Bey vefat ederse, Mekkî Efendi üzüntüden kahrolacak, korkarım inme inecek” diyordum. Nihâyet bir gün korktuğum başıma geldi, Baha beyin gözlerini yumduğunu işitince cenaze evine koştum. Mekki Efendiyi baygın vaziyette bulacağımı sanıyordum. Korka korka kapıyı çaldım ve çok şaşırdım. Mekkî Efendi neşeli görünüyor, gelenleri güler yüzle karşılıyor, ikramlarda bulunuyordu. Çaylar, çörekler... Bayram ziyaretine gelsek bu kadar olurdu. 
O zamanlar cumartesi günleri öğlene kadar mesâi olurdu. Bir cumartesi günü Müftülükten çıkıyorduk ki, “Gel seninle Fâtih beyin annesine gidelim. Zaten zavallının beyi vefât etti. Oğullarından biri Amerika’da, biri askerde. Kimbilir ne kadar mahzundur, böylelerinin duâlarını almaya bakmalı” dedi. 
Kadıncağız yaşlıydı ama Mekki Efendi içeri girmedi. Ona “Câliyet-ül ekdar” kitabını okumasını tavsiye etti. Meğer bu kitabın içinde Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin hazırlamış olduğu salevât-ı şerîfeler varmış ve okuyanları çok ferahlatırmış. 
Mekki Efendi de vapurda gelir giderken hep bu kitabı okur, evlad acısına salevatlarla dayandığını söylerdi...
Ahmed Mekkî Efendi ilim öğretmek için her sıkıntıya katlanırdı ama ahir zaman gençleri günü birlik yaşar, ders almaktan kaçarlardı. Büyük veli onları hoşça tutar “ister misiniz size Arapça öğreteyim, birlikte fıkh okusak nasıl olur” diye sorar adeta yalvarırdı. Muhatapları yarım ağız “İnşallah hocam” diye mırıldanır, sağa sola dağılırlardı. Mübarek bu inşallahın, “gelirim”den ziyade “nasıl kaçmalı” koktuğunu çok iyi hisseder ama yine de kırılmazdı. Bir şeyler öğretebilmek için her yolu dener, adeta kendini paralardı. Lütfedip ders almaya yanaşan gençlerin zamanları pek kıymetli olduğu için (!) kitapları yüklenip ayaklarına kadar gider ve dersini verip gecenin bir yarısı evine dönerdi. Yağmur, çamur, kar bora fırtına farketmezdi, yeter ki dinleyen biri (anlayan demiyorum) olsun yeterdi. Halbuki akşama kadar çok yoruluyordu ve dinlenmeye çok ihtiyacı vardı. Çoğu zaman “amaan Fatih şurası, Edirnekapı’ya ne kaldı” der yürümeye çalışırdı. Sonradan farkettim, ayın son günleri maaşı bitiyor, cebinde tramvay parası (sadece 5 kuruştu) bile kalmıyordu.

Hele minik talebelerini çok hoş tutardı. Cebinde kâğıtlı şekeri eksik olmaz, onlara gofret, limonata, gazoz ısmarlardı. Hiç olmadı avucuna iki 25’lik sıkıştırmaya bakardı.

İkramı severdi

Cumartesi ve pazar günleri öğleden sonra Fâtih Câmiinde vâaz verirdi. Klasik hatipler gibi heyecanlı bir ses tonuyla kürsü yumruklamaz, nutuk atmazdı. Alışılageldiği üzere Beydâvî Tefsîri’nden okur, her hafta kaldığı yerden devam ederdi. Meraklısı azdı ama sabredenler çok şey öğrenirlerdi.
Kapısı herkese açıktı, misafirlerine yemek yedirmeye bayılır, tok gelene ciddi ciddi alınırdı. Cılız maaşına rağmen konuklarına ziyafet sofraları donatır, hiç olmadı bal, ceviz, otlu peynir çıkarırdı. Çağırıldığı her yere gider ve büyük bir aşk ile menkıbeler anlatırdı. Evliyanın hallerinden, bahseder, aradan ustalıkla çekilir, sözü “büyüklere” bırakırdı.
Emri altında çalışanlara dâimâ şefkatli davranır, hal ve hatırlarını sorup gönüllerini almaya bakardı. Zaten Müftülük personeli onu baba bilirdi. Bir gün askere giden bir müezzin vedalaşmaya geldi. Herkesin yaptığı gibi Mekkî Efendi de adresini aldı ama o herkesin yapamadığını yaptı, ona düzenli olarak para yolladı.

Garipleri gözetirdi

Maddî durumu iyi olmadığı halde çok sadaka verir ve “Essadakatü tedfe’ül belâ ve tezîdül ömr” (Sadaka, belâları önler ve ömrü uzatır) hadîs-i şerîfini sık okurlardı.

Bana bir imam anlattı: O günlerde hâfızlığa çalışan bir gençtim, memleketten para gelmiyordu, gerçekten muhtaçtım. Bir ara Üsküdar Müftülüğünde imâmlık imtihânı açıldığını işittim, kaydımı yaptırdım. Ancak müftülüğün önüne gelince pişman oldum zira hem mürâcaat edenler kalabalıktı, hem de içlerinde benden yaşlı ve tecrübeli hocaefendiler vardı. Kaldı ki elbiselerimin paçaları ipliklenmiş dizleri dirsekleri erimişti. Tam “bana burada iş miş vermezler” deyip döndüm ki kapı açıldı. Mekki Efendi gülümseyerek bana baktı ve “imtihana girmeden bir yere ayrılmayın” dedi. Doğrusu hep bildiğim yerlerden çıktı ve rahatlıkla cevapladım. Yine de iltimas döneceğini sanıyor ve seçileceğime inanmıyordum. Listede adımı görünce çok şaşırdım.

Mekki Efendi ilim ehline çok hürmet ederdi. Mesela Fatih’te oturan Hüseyin Hilmi Efendinin sokağından geçmemeye çalışır, “sokağa girsek uğramamazlık olmaz, uğrasak meşgul etmekten çekinirim” derdi.

Ona dinî bir suâl sorulduğunda, ya cevap verir, ya da “Kitaplara bakayım. Sen yarın gel” derdi. O deri cildli kalın kitapları bıkıp usanmadan tarar, cevabını bulmaya çalışırdı. Araya kağıt koyar, muhatabına okurdu. Sonra fetva defterini (dar ve uzunca bir defterdi) çıkarır, soranın ismini, adresini, suâli, fetvasını ve cevabın hangi kaynaktan alındığını yazardı. Bu işe itina gösterir ve çok ciddiye alırdı. Mekkî Efendinin vefâtından sonra, o defter bir daha kullanılmadı. Çünkü yeni gelen müftüler kitaba bakma ihtiyacı duymaz, cevaplarına güvenemedikleri için deftere geçip altını imzalayamazlardı.

Deme var mı ben gibi

Kadıköy’de Mekkî Efendiyi sevenlerden bir şekerci amca vardı; şeker gibi adamdı... Çok okur ve okkalı suâller sorardı. Her seferinde de ikna olmuş, huzurlu bir yüz ifadesiyle çıkardı. Şekerci amca yeni müftüye de geldi, yine ince bir meselenin hallini istedi. İçerde ne konuştular bilemiyorum ama çıkarken bana “Anlamadım gitti” dedi, “bir şey sorduk. Caiz mi değil mi? Yarım saat konuştu, konuya gelemedi. Halbuki ben Mekkî Efendiye danıştım mı açar yerini gösterirdi. Bazen, cevap iki kelime olurdu ama tatmin ederdi.” Biliyor musunuz adamcağız bir daha Müftülüğe gelmedi. Zaten Mekkî Efendiden sonra, soru soranlar çok azaldı, zamanla hiç kalmadı.

Mekkî Efendi dünyâ malına ve mevkiine hiç kıymet vermezdi. Kendisine İstanbul Müftülüğü teklif edildi ama kabul etmedi. “Ben hâlimden memnunum. Yüksekten düşmek zordur” derdi.

O tatlı Van şivesiyle “Mâl-ü mülke olma mağrur, deme var mı ben gibi, / Bir muhâlif yel eser, savurur harman gibi” beyitini çok sık okurdu.

Allahü teala şefaatlerine nâil eylesin...

25 Ekim 2012 Perşembe

İlk Yazımız...

Bugün 25 Ekim 2012. Kurban Bayramı'nın birinci günü. garibveyolcu isimli blog sitemizin ilk yazısını yazıyoruz. Allah hayırlı ve mübarek eylesin. Peki bu sitemizde nelerden bahsedecez, neleri paylaşacaz onlardan biraz bahsedelim:
Günümüzde maalesef hasreti çekilen insanların sayısı o kadar azaldı ki... Ah bir görebilsek, ah bir konuşabilsek  diye hasreti çekilen insanlar şimdi yok gibi. Etrafımızda hep ben ben diyen insanlar dolu. Birbiriyle çekişen, önündekini ısıran arkasındakini tekmeleyen, insanlara diken gibi batan kişilerle çevrildi etrafımız. Böyle kişilerin arasında bunalmamak sıkılmamak çok zor. Peki nasıl ferahlarız? Bahsettiğimiz hasreti çekilen insanları nereden buluruz. Onlar kim?  
Onlar Başta Sevgili Peygamberimiz aleyhisselam olmak üzere Peygamberler aleyhimüsselam, Eshâb-ı kiram efendilerimiz, İslam alimleri ve Evliya-yı Kiram rıdvânullahi teala aleyhim ecmain.
Ama onlar toprak altında. Evet onlar toprak altında. Ama hayatları ortada, yazdıkları kitaplar ortada. İşte bizde bu sitemizde elimizden geldiği ölçüde onların pırlanta gibi nasihatlerinden, hayat hikayelerinden, menkibelerinden bahsetmeye gayret edecez. Dini konularda yazacağımız yazıları hep ehli sünnet alimlerinin yazılarından sözlerinden nakletmeye, kendi bozuk sözlerimizi bu pırlantaların arasına karıştırmamaya dikkat edecez. İnsan onların hayatlarını öğrenince sözlerini okuyunca kendinden iğrenmeye başlıyor. Onlar mı insan biz mi insan demeye başlıyor. Onlar birer güneş gibi. Onların her birisi bu dünyadan birer birer ayrıldıkça dünya biraz daha kararıyor biraz daha kararıyor biraz daha kararıyor.
İşte onların hayatlarını öğrenirsek onları çok sevecez. Onları sevenler için de çok büyük müjde var:
"Kişi sevdiğiyle beraberdir."
Seven sevdiğine tâbi olur. Seven sevdiğinin hâli ile hallenir. 
İnsan şu dünyada öyle yaşamalı ki ayrıldığında iyi bir iz bırakmalı.
Yâdında mı doğduğun anlar
Sen ağlardın gülerdi âlem
Öyle bir ömür sür ki mevtin
Olsun sana hande ellere mâtem
 
Ne güzel söylenmiş değil mi. Şu dünyadan ayrıldığında diyor eller ağlasın sen gül. 
Bu alemde hoş bir sadâ bırakmak, yeri doldurulamaz bir insan olmaya çalışmak gerek. İnşallah bizler de o insanlardan oluruz.

Yine bu sitemizde güncel konular, tarih ve edebiyatla ilgili yazılar, tıp öğrencisi olmamız hasebiyle sağlık konuları gibi ilgi alanımızda olan ve sizlerin de istifade edebileceğini düşündüğümüz konulardan bahsetmeyi planlıyoruz. İnşallah muvaffak oluruz. 

Tüm garibveyolcu sitemizin takipçilerinden dua bekler hepinize hayırlı bayramlar dileriz:))